“Sevgiyle temas kuramamış bir insan, güce sarılır.”
— Arno Gruen
Arno Gruen Kimdir?
Arno Gruen (1923–2015), Alman asıllı İsviçreli bir psikolog, psikanalist ve yazar olarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında insan doğasına dair en radikal ve etkileyici sorgulamalardan bazılarını kaleme almıştır. Nazizm’den kaçan Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Almanya’dan ABD’ye göç etmiş, eğitimini New York Üniversitesi’nde tamamlamış, ardından yıllarca klinik psikoloji ve psikanaliz alanında çalışmıştır. Gruen’in akademik kariyeri boyunca dikkat çektiği en önemli konu, insanın kendi duygusal gerçekliğine yabancılaşmasının bireysel ve toplumsal yıkıma yol açtığı fikridir.
Bazı insanlar neden sevilmekten korkar?
Bu sorunun yanıtı, dışarıdan görüldüğünden çok daha derindir. Çünkü sevgi, sadece bir duygu değil, bir karşılaşmadır — kendinle, geçmişinle, kırılganlığınla yüz yüze gelmeyi gerektirir.
Arno Gruen’e göre, insanın ilk ihaneti başkalarına değil, kendi duygularınadır. Sevgi görmek için ‘uyumlu çocuk’ oluruz. Kızgınlığımızı bastırır, kırgınlığımızı inkâr eder, ihtiyaçlarımızı yok sayarız. Böylece kabul görmek için duygularımızdan uzaklaşır, bir “sahte benlik” inşa ederiz.
Bu benlik büyür. Başarıya yönelir, güçlü görünmeye çalışır, duygusal temaslardan kaçınır.
Ve gün gelir, birisi bizi sevmeye kalkıştığında…
Kendimizi savunuruz.
Kaçarız.
Savaşırız.
Çünkü sevgi, en çok bastırdığımız tarafları açığa çıkarır. Sevgi, bizi maskesiz görmek ister.
Ama biz, yıllarca sakladıklarımızla görülmekten korkarız.
Savaş Nerede Başlıyor?
Bazen bir ilişkide karşı tarafı suçladığımız her cümle, kendi içimizde kabul edemediğimiz bir duygunun yansımasıdır.
Bazen “beni anlamıyor” dediğimiz kişi değil, bizim kendi duygularımıza sağır kalmış iç sesimizdir.
Bazen “beni yeterince sevmiyor” dediğimizde aslında kendi benliğimizden ne kadar uzaklaştığımızı fark etmiyoruzdur.
Gruen’in vurguladığı gibi, sevgiyle kurulan ilişki, önce kendimizle başlar.
Gerçek bir bağ kurmak için, önce kendi duygularımıza temas etmeliyiz.
Kısa Vaka Yansıması: Sevgiye Karşı Zırh
Danışanım B., duygusal olarak ulaşılmaz biriyle yıllarca süren bir ilişkide kalmıştı. “Neden hep ilgisiz insanları seçiyorum?” diyordu. Terapide, çocukluğunda duygu gösterdiğinde “hassaslık”la yaftalandığını, güçlü olmak zorunda hissettiğini fark ettik.
O ilgisiz partnerler aslında onun kendi duygularından kaçışının sembolüydü. Yakınlıktan korkutuyordu.
Çünkü yakınlık, onun bastırdığı ihtiyaçları uyandırıyordu.
Ve ihtiyaç duyduğunu kabul etmek, kırılganlık demekti.
Gerçek Sevgi, Savaşı Bırakmayı Seçmektir
Sevgi, yalnızca “vermek” ya da “almak” değildir.
Sevgi, olmaktır.
Kendi duygularımızla var olmak, karşıdakinin duygularına yer açmak…
Ve belki de en önemlisi, sevilmeyi savaşarak değil, açılarak kabul etmektir.
Gruen’in dediği gibi, içsel barış olmadan sevgi, bir güç oyununa döner.
Bir ilişki, tarafların kendi çocukluk savaşlarını sürdürdüğü bir sahneye dönüşür.
Gerçek aşk ise, savaşı değil, teslimiyeti seçebilmektir — güce değil, açıklığa yönelmeyi.
Levâic’in Bakışıyla: Sevgi, Yalnızca Bir Hâl Değil, Bir Seçimdir
Levâic, sevgiyi yalnızca duyguların akışına bırakılan bir hâl değil, bilinçli bir seçim olarak görür. Gerçek sevgi, kendiliğinden olan değil, kendinle yüzleşebildiğin oranda gelişen bir bağdır. Sevgi; duygusal emeği, öz-şefkati, içsel sessizliği ve incinme riskini göze almayı gerektirir. Birini sevmek, onunla savaşmaktan vazgeçmek kadar, kendi içimizdeki çatışmalarla da barışmaya istekli olmaktır. Levâic’e göre bu, romantik bir ideal değil; insanın ruhsal olgunluğa açılan kapısıdır. Çünkü sevgide kalmak, bir cesaret işidir — ama dışa karşı değil, kendine karşı gösterilen bir cesaret.
Levâic’ten Derin Soru:
Bugün seni en çok yoran savaş, aslında sevgiye duyduğun korkunun hangi yansıması?
Sevgiler,
İlayda