Aşkın karşıtı gerçekten nefret mi? Yoksa ondan daha derin, daha sessiz, daha yavaş yıkıcı bir karşıtlık var mı? Yıllardır yaptığım gözlemler, danışanlarımla yaptığım içten konuşmalar ve hayatın kendi bana hep şunu fısıldadı: Aşkın gerçek karşıtı nefret değil, umursamazlıktır.
Çünkü nefret, hâlâ bir bağ taşır. Hâlâ enerji gerektirir. Nefret, bir zamanlar sevilmiş bir şeyin kırılmış, incinmiş halidir belki de. Ama umursamamak? Sessiz bir kayboluştur. Görünmemek. Yokmuş gibi davranmak. Kalabalık bir odada biri sana bakmadan yanından geçiyorsa, bir zamanlar birlikte güldüğünüz biri artık gözlerine bile bakmıyorsa, işte o zaman anlarsın: Asıl karşıtlık orada.
Psikanalist Donald Winnicott’un “görülmek” üzerine söyledikleri tam da bu noktada önem kazanıyor. Ona göre, bebeklik döneminden itibaren her bireyin temel ihtiyacı, bir başkası tarafından “gerçekten görülmek”tir. Bu görülme hali, bireyin varoluşunu onaylayan bir deneyimdir. Eğer birey görülmezse, psikolojik olarak silinir, yani varlığı reddedilmiş hisseder. Bu bağlamda, bir ilişkide umursanmamak, varlığının inkârı anlamına gelir.
Barış zamanlarında insanlar birbirini daha kolay unutur. Alışkanlıklar bizi körleştirir. Aynı masada otururuz ama göz göze gelmeyiz. Aynı evi paylaşırız ama birbirimizin varlığını fark etmeyiz. Oysa savaşta, kıtlıkta, kriz anlarında sevgi neredeyse çıplak bir gerçeklik halini alır. Bir dilim ekmeği paylaşmak, bir battaniyenin altına birlikte girmek, hayatta kalma içgüdüsüyle birleşir ve aşk, sadece romantik bir duygu olmaktan çıkıp bir var olma biçimi olur.
Umursamazlık ise, görece konforun içinde büyür. En çok da güvenli, sessiz, monoton zamanlarda kendini gösterir. Ve işin tuhafı, daha az görünür olduğu için daha tehlikelidir. Aşkı öldüren en yaygın sebep, şiddetli tartışmalar değil, ilgisizliktir. Kavga eden çiftler hâlâ bir şeyler kurtarmaya çalışıyordur. Ama konuşmayan, birbirine sormayan, sormayı bırakan çiftler? İşte orada aşk susmuştur.
Aşk, bir bakıştır. Bir sesleniştir. “Bugün nasılsın?” sorusunun içinde yatan binlerce duygu. Bir fincan kahveyi birlikte içme isteği. Akşam yemeğinde telefona değil göze bakmak. Umursamak, her gün yeniden seçmektir.
Psikolog John Gottman’ın çalışmaları, ilişkilerde en büyük kırılmaların, tartışmalardan değil; hor görme, küçümseme ve ilgisizlik gibi mikro davranışlardan kaynaklandığını gösteriyor. Gottman, bu tür umursamazlık belirtilerinin boşanmayı öngören en güçlü göstergelerden biri olduğunu vurguluyor. Yani aşkın kaybı, büyük fırtınalardan çok, küçük sessizliklerden geçiyor.
Ve umursamazlık, küçük bir yorgunluktur belki. Ama birikir. Yıllar içinde bir dağa dönüşür. Kimse bir günde vazgeçmez. Ama her gün biraz daha eksilir ilgi. Bir bakmışsın, artık hiç merak etmiyorsun sevdiğin insanın iç dünyasını.
Bu yüzden aşkın karşıtı nefret değil. Çünkü nefret, belki de hâlâ bir bağ içeriyor. Ama umursamazlık, bağın koptuğu yerdir. Sessizliğin çığlık attığı yerdir.
Savaşta bir çorbayı paylaşmak kadar değerli olabilir, barışta bir “Nasılsın?” sorusu. Ve gerçek barış, ancak birbirimizi gerçekten görmeye başladığımızda gelir.
Bugün kimi gördün? Kime içtenlikle “Senin varlığın benim için önemli” dedin?
Çünkü aşk, sadece sevmekle değil, görmeye devam etmekle yaşar. Ve umursamak, bazen savaşın ortasında değil, sıradan bir günün sabahında başlar.
Sevgilerimle,
İlayda