Toplumsal olaylar, şiddet olgusunu günden güne daha fazla göz önüne taşımaktayken bütün bunlara duyarsız kalıp ‘vicdanım rahat’ demek bir çeşit duyarsızlık gibi geliyor. Genelde savaş dönemlerinde vicdan muhasebesi yapılır, taraflar suçlanır, olan ölen insanlara olur. Sonuç bir kazananın olduğu ama iki tarafın da kaybettiği bir oyun. Sahi bu oyunun neresindeyiz? Bazen roller hiç tahmin etmediğimiz şekilde verilir ve uymak zorundayızdır, seçemeyiz. Bazense verilen bir karar bir halkın ölümüne sebep olabilir. Albay Paul Tibbets 1945 yılında henüz 30 yaşındayken bıraktı Hiroşima kentine atom bombasını ve bu olaydan sonra 62 yıl daha yaşadı, “Vicdanım temiz, geceleri rahat uyuyorum.” dedi. Üstelik Tibbets’i tanıyanlar onun hem başarılı hem de sevilen biri olduğunu söylemekteydi. 65 bin kişinin canını alan bir insanın vicdanı nasıl rahat olabilirdi? Daha da ötesi, bu projede yer alan yüzlerce asker, siyasetçi ve bilim insanı da benzer beyanlarda bulunmaktaydı. Nietzsche’ye göre vicdanın yeri, insanlığın kişisel, toplumsal ve siyasi gerekçelerine bakıldığında fikirler çöplüğüdür. Öyle mi gerçekten?
Bu bağlamda konuyu daha geniş bir pencereden değerlendirecek olursak şu soruları sorabiliriz: Vicdanın insanlık tarihinde ve insan hayatında yeri gerçekten neresidir? Vicdanın doğası nedir? Yalnızca insanlara özgü müdür? Daha da önemlisi vicdan hakkında düşünsel gereçleri ve çözümleme yöntemlerini kullanarak nasıl araştırma yapılabilir? Bu yazının konusu vicdanın var olup olmadığı değil, neden olduğu ve ne işe yaradığını sorgulamaktır. Sahi vicdan bunun neresinde?
Kadın hakları bağlamında vicdan kavramına dönecek olursak, dünya genelinde yapılan araştırmalar, her gün ortalama 137 kadının aile üyelerinden biri tarafından öldürüldüğünü göstermektedir. Türkiye’de ise kadın hakları konusunda çeşitli yasal düzenlemeler yapılmış olsa da uygulamada sorunlar devam etmektedir. Kadına yönelik şiddet ve cinayetler, ülkenin en büyük insan hakları sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Toplum olarak, kadınlara yönelik bu tür hak ihlallerine karşı ne kadar duyarlıyız? Her birimiz, bu sorunların çözümünde ne gibi roller üstlenebiliriz? Vicdanımız, bu adaletsizliklere karşı ne kadar hassas?
Vicdan kavramı en temel haliyle insanın kendi davranışları hakkında doğru-yanlış ve iyi-kötü ekseninde yargıda bulunmasını sağlayan, kimi zaman da kişiyi zorunlu olarak buna iten bir zihni güç ve içsel yetki ya da daha genel olarak zihni kapasite olarak tanımlanabilir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilk maddesi diyor ki: “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.” Fakat savaşın yıkıcılığıyla karşılaştığında vicdan kaybolmaktadır.
Almanya’daki Eichmann davası belki de bunun en çarpıcı örneğidir. Dava boyunca Eichmann yalnızca üstlerinden gelen emirlere itaat ettiğini ve kendisinin bir karar verici değil yalnızca bir uygulayıcı olduğunu, bu yüzden de ölümlerden kişisel olarak sorumlu tutulamayacağını savunmuştur. Eichmann’ın, hiçbir vicdan sızısı hissetmiyormuş izlenimi veren konuşmaları, vicdanı iyiyle kötünün farkını en derinden görmemizi sağlayan içsel bir terazi olarak niteleyen düşünürlerin üzerinde soğuk duş etkisi yapacak düzeydeydi. Vicdan savaş döneminin vermiş olduğu yozlaşma ve yıkıcılıkla kaybolmuş muydu yoksa bazı insanlarda vicdan zaten yok muydu?
Bugüne geldiğimizde artık daha iyi anlıyoruz ki salt bilgi ve teknolojiye dayanarak daha vicdanlı bir uygarlık yaratamadık, bilakis tersini iddia etmek bile mümkün. Kadın cinayetlerinin, suçun ve tecavüzün arttığı günümüz toplumunda sahi vicdan bunun neresinde?
Unutulmamalıdır ki, kadın haklarının korunması ve geliştirilmesi, sadece kadınların değil, tüm toplumun sorumluluğundadır. Toplumsal bilinci artırmak, eğitim ve farkındalık çalışmaları yapmak, yasal düzenlemeleri etkin bir şekilde uygulamak ve kadınların her alanda eşit temsilini sağlamak için hep birlikte çaba göstermeliyiz. Sonuç olarak, vicdanımızı sorgulamalı ve kadın hakları konusunda daha duyarlı bir toplum inşa etmek için aktif adımlar atmalıyız. Bu, sadece biz kadınların değil, tüm insanlığın ortak bir görevidir.
Sevgiler,
İlayda Tüter